Yaşayan Ölüler
Solgun yüzler arasında bir renk arıyordu. Kalabalığı neden
sevmediğini o an anlamıştı. Kalabalıkta kendi sesine ulaşması öyle zordu ki, bu
durum onu çok yoruyordu. Gerçek bir diyaloğu ancak kendisiyle kurabiliyordu. Ne
zaman ki başka bir insanla iletişime geçse, zırhı otomatikman yüzüne iniyordu.
Bu güven duygusu; savaşın ortasına düşmüş bir insanın kurşun geçirmez bir eve
sığınmasıyla eş değerdi. Kendi zırhı onun en iyi dostuydu. Başka bir korunağı
yoktu, aramıyordu da. Çünkü insanlardan başka korunması gereken bir tehlikesi
yoktu.
Yine bin bir türlü düşünceyle uyanmıştı. İnsanın içinde hiç
susmayan bir sesin olması ne demek bilir miydiniz? En güzel alışkanlıklarından
biri; sabah uyanır uyanmaz kahve kokusunu evin tüm alanına yaymaktı. Kahve
içtiğinde kavuşacağı dinginlik ancak kokusuyla mümkündü. Kokuları seviyordu.
Çünkü kokuların mekan ve zaman sınırlaması yoktu. O kahve kokusunu her nerede
alırsa alsın kendini ait olduğu evinde hissedebilirdi. Deniz kokusu onu her
seferinde huzur bulduğu yere götürebilirdi. Sadece bir kişiye ait olduğu
sandığı kokuyu yanından geçen herhangi birinde tekrardan bulabilirdi.
Böylelikle anlıyordu. İnsana, yere, zamana yüklenen anlamlar statik değildi.
Hepsi bizim yüklediğimiz anlamlardan ibaretti. Kahve kokusuna yüklediği anlam
ise sıradanlıktı. O kokuyu algıladığı an her şeyin yolunda olduğunu bilmenin
huzuruna eriyordu. Hayattaydı ve şimdilik değişen bir şey yoktu. Ta ki evinden
ayrılana kadar.
Bir telefonla hayatının bu kadar değişebilmesine anlam
veremiyordu. Sıradanlık ne güzeldi! O an anlamıştı ki aslında binlerce insan
sıradan bir hayat için çırpınıyordu. Şimdi gitmesi gereken uzun bir yolculuk
vardı. Daha önce hiçbir cenazeye katılmamıştı. Hayatında o kadar az insan vardı
ki bunlardan birinin artık olmaması hiç adil değildi. Fakat sakindi. Daha önce
karşılaşmadığı bir durum karşısında nasıl hissetmesi gerektiğini bilmiyordu.
Bugün kalabalıktan daha çok nefret etmişti. Herkes hüzün ve telaş kokuyordu.
Şehir değiştirmesi gerekiyordu ve bunu hangi şekilde
yapacağına henüz karar verememişti. Uzun zamandır yapmadığı bir şeydi. En son
bu şehre geldiğinde binmişti o trene. Terk ettiği topraklara yine aynı şekilde
gitmeliydi. Kararını verdi ve telaş kokan insanlar gibi tren garına hızlı adımlarla
ulaştı. Bileti kesildiği an hissetmişti. Bu sadece bir yolculuk değil bir
varıştı.
Tek kişilik bir vagon seçmişti. Bu yüzden otobüsten daha çok
seviyordu trenleri. Uçakla gitmeyi aklının ucundan bile geçirmemişti. Çünkü
yolculuklar acele istemezdi. Bir yerden bir yere varmak bu kadar kolay olmamalıydı.
Kendiyle konuşması gereken pek çok konu vardı. En son ne zaman görmüştü acaba
onu? Son kelimeleri neydi birbirlerine? Böyle bir ölümle karşı karşıya
kalacağını bilse son kelimelerini daha özenli seçerdi. Hafızasını yerle bir
etti ama o son kelimeyi hatırlayamadı. Hafızasında sadece son bakışı kalmıştı.
Yıllardır ona anlamlar yüklediği bakışı… Her gün bir senaryo yazıyordu o bakış
için. Tek bir anlama sığmayacak kadar kudretliydi. Üzerine onlarca kitaplar
yazabilir, notalar besteleyebilirdi. O bakışın zihninde fotoğrafını çekmiş,
soyut bir çerçevede odasına asmıştı. Acaba kendi bakışı nasıldı? Bunu hiçbir
zaman bilemeyecekti. Acımasız mıydı, merhametli miydi? Hissettiğini
hatırlıyordu. İçinde yanardağlar patlıyor gibiydi. Lavları kanına karışmıştı. O
an onu hiçbir zaman affedemeyeceğini düşünüyordu. Sonradan öğrenecekti affedememek
insanın kendi mezarını kazmasıydı… Yıllar geçmişti. Hisleri aynıydı fakat
düşünceleri değişmişti. Düşünceleri değiştikçe hisleri farklı bir boyut
kazanıyordu. Yıllar önce asla anlayamadığı şeyleri daha yeni anlıyordu.
Geç mi kalmıştı yoksa her şeyin bir zamanı mı vardı?
Kesinlikle her şeyin bir zamanı vardı ve o zamana erişebilmek için yaşamak
gerekiyordu. Hangi tarafın doğru olduğunu bilmek için; şuan bulunduğun noktanın
tam karşısında da yer almış olmak gerekiyordu. Şuan dengede olduğunu
hissediyordu. Belki de bu yolculuğun acı vermemesinin nedeni buydu. İnsanlar
ölür. Bazen bedenleri bazen ruhları. Ruhundan önce bedeninin ölmesini
diliyordu. Ruhsuz bir bedenin, kalbi atan bir cesetten farkı yoktu.
Tam vaktinde, tam yerindeydi. Hava olabildiğince kapalıydı
ama üşütmüyordu. Onun böyle havaları sevdiğini hatırladı. Her şey olması
gerektiği gibiydi. Her sokağı karış karış hatırlıyor, evlerden yalın ayak
fırlayan küçük çocukların büyüdüğünü görüyordu. Eskiden tozlu olan yollar şimdi
daha netti. Yürüdüğü zaman arkasında iz bırakmıyordu. Her karış toprakta
anıların büyüsü vardı. Şimdi o toprağı atma sırası ona gelmişti. Bu an gerçek
olamayacak kadar acıydı. Gerçek olamayacağını düşünmesi acısını da yok
ediyordu. Hissizdi. Elindeki kürekle anıları onun üzerine serpiştirmeye
başladı. Bazıları hüzün bazıları mutluluktu. Her avuç toprakta sanki kendi
hayat buluyordu. O yok oldukça kendi var oluyordu. Yaşadığı his bu olmamalıydı!
O öldükçe kendi de ölmeliyken neden böyle oluyordu?
Yorulmuştu. Küreği bir kenara koyduktan sonra arkasına
bakmadan yürümeye başladı. Hava soğuyordu ve bu durumu sevmişti. Demin
düşünerek geçtiği yollardan geri dönerken sadece adım atması yetiyordu. İnsan
doğasına aykırı olmasa uçabilecek kadar hafiflemişti. Köşeyi döndüğünde onunla
karşılaştı. Yorgunluktan mıydı yoksa zihninin bir oyunu muydu? Arkasına dönüp
baktığında hiçbir iz görememişti. Karşısındaydı ve gerçekti. Yüzünde o yıllardır anlamlar yüklediği son
bakışı vardı. Oysaki bir anlam yüklenemeyecek kadar hissizlermiş. İçinde ki
yanardağın sönmüş olduğunu fark etti, gülümsedi. Karşısında duran en korktuğu
yaşayan ölülerdendi. Kalbin atması insanın yaşamasına yetmiyordu ve bu yüzden
onu gömmüştü en derinlere. Kendinde hatırlayamadığı son bakışta şuan merhamet
vardı. Yanından bir yabancı gibi gitti. Terk ettiği evine bir an önce varmak
istiyordu. Kendine siper aldığı zırhın artık olmadığını fark etti. Artık içinde
konuşan o ses de yoktu. İki insanı içinde yaşatmaya çalışmanın yükünü ancak
şimdi anlayabiliyordu. Şimdi sadece kendisi vardı. Evine gelmişti. Doğup
büyüdüğü evde yeniden doğacaktı. Bir şeylerin başlaması için bazı şeylerin
bitmesi gerekiyordu. Artık her şeyi daha iyi anlıyordu…
0 yorum